28 Ocak 2012 Cumartesi

İTHAF


       Evrende var olan dizaynı görüp, gelip geçici bir gurbete düşürülmüş olduğunun bilincindekilere;
Hal ve hareketlerini bu duruma göre tanzim ederek "güzel eylemler” sergileyenlere;
Sorumluluğunun idrakinde olanlara;
Hatasını kabullenerek, aff dileyenlere;
"Şeytan" denen “virüssel yasayı” tanıyanlara; 
Şeytansal alandaki  kaderi=yazılımı tanıyarak, hatasını tekrarlamayanlara;
İthaf olunur, bu naçizane kitap!

                                                                                                                        
                                              Mehmet DURAN

1- GİRİŞ

1- GİRİŞ


            Bu kitaba “Gurbetteki Vekil” adını vermişliğimizdeki kasıt insan ve insanlıktır. O C.Allah’tan gelen ve yeryüzü gurbetine düşürülerek rabbe kul, daha doğrusu vekil edilmek hususunda mecbur kılınmıştır. Bu durum yasadır. Tabiatsal ve evrensel bir yasa daha doğrucası… İşletilir, işler ve zorunlu sonuçlar ortaya çıkarır.
            Demek istiyorum ki insanlık bu hususta bir yasal zorunlulukla karşı karşıyadır. Çünkü kederlemesi yapılmıştır bu konunun.
            “Kaderleme” tabiriyle kastettiğimiz, durumun tabiatsal bir yasa olarak ortaya çıkmış, çıkarılmış ve kat’i sonuçlar veriyor olduğunu anlatmaktır.
            Buradan hareketle de bu kitapta merkezi ve ağırlıklı ünite olarak “kader” konusunu çalıştık. Bu alanda dinsel çevrelerde “cıs” edilen bazı konulara derinlemesine ve elimizden geldiğince dokunduk, farklı ve anlaşılır açıklamalar yaptık.
            Devamında ise “tövbe, şeytan, ruh, cennet, cehennem, vb. konularına da girdik. Girdik ama “kader” konusunun alın yazgısı olmadığını izah ettikten sonra ortaya çıkan bir perspektiften bakarak yaptık bunu.
Buradaki açıklamalarımızda daha ziyade Üniversite gençliğini hedef kitle olarak düşündüysek de özellikle kader ve kader’in işleyişini anlamak ve anlatmaya çabaladık. Bu konuyu inançlı, inansız, şüpheli ve şüpheci herkesçe mutlaka okuması gereken bir çalışma ortaya koyduğumuza ve bu alanda büyük bir boşluğu dolduğumuza inanıyoruz.
Umarım ki durum anlattığım gibidir durum. Ve sizlere faydalı olur bu çalışma. Ve yine umarım ki Allah zayi etmez emeklerimizi… Muhtemel hatalarımızı da affeder...
Selam, saygı, sevgi ve hakkımda hayır dualarınıza dair beklentilerimle…

ÖZÜR VE AÇIKLAMA:

ÖZÜR VE AÇIKLAMA:


Sn. okuyucularım, seri mahiyetteki kitaplarım olan bu “Nikah Yozgunları, Çürüme, Gurbetteki Vekil, Sabır Bozgunu ve Kördöğüşü” adlı çalışmalarımın ayrı ayrı her birinin içeriğinde de açıkladığım ve sizler tarafından da görüleceği üzere bu çalışmayı çalakalem yaptım.
Hemen hemen hiçbir kaynağa başvurmadım. Sadece Kuran’dan bazı ayetler için meallere müracaat ettim ki daha doğru bir anlam elde etmiş olabileyim… Bu ayetleri de açıklamak veya yorumlamak gayretinde olmadım. Zaten “ayet” demeğin manası, adı üzerinde “kanıt” demek olmakla, ben de o türden kanıtları görüşlerime dayanak, yani kanıt edindim. Sadece ve sadece yılların birikimi ile özgün yorumlarımdan yararlandım. Bu nedenle de “54 Yıldan Bir Bakış…?” dedim.
Yazarken hiçbir konuda hiçbir kaygı ve çekince duymadım. Sadece kitaptaki anlatım sıkıcı olmayıp, içten, ilginç, akıcı ve çekici olsun istedim. Bu nedenle yazım aşamasının tamamında kitabı yüzlerce kişiye okutup test ettim. Hepsinden de olumlu intibalar aldım. İnşallah bu çalışma umduğum toplumsal yararı sağlar. Zaten bu çalışmadan toplumsal fayda dışında bir beklentim de olmadı.
Kitabıma, “iyi,güzel ve mutlak doğru görüşlerden oluşuyor.” demiyorum ama aklınıza gelebilecek her yönüyle özgün ve benzersiz ve örneği olmayan bir çalışma yani her yönüyle bir çok ilki içinde bulunduran bir çalışma olduğunu ısrarla söylüyorum.
Durum böyle olunca kitabın yazımında, imlasında ve düzeltme çalışmalarında kimseden yardım almadım. Daha doğrusu alamadım. Çünkü demek istediklerim çoğunlukla farklı ve özgündü. Bense bu durum karşısında zorunlu olarak yükü yalnız yüklenmek zorunda kaldım.
Böylece ister istemez bazı imla ve anlatım bozuklukları oldu. Belki fazlaca oldu… Fakat bunu önemsemedim. Çünkü bu çalışma bir edebi eser olmadığı gibi dilbilgisi veya imla kitabı hiç değildir. Ben sadece asıl demek istediğimi, demek istediğim doğrultuda söylemeye çalıştım. Fakat demek istediğimin farklılığı karşısında ister istemez zaman zaman mutlaka anlatım bozuklukları oldu. Hatta başka türlü anlatma imkanı olmadı..
Fakat burada önemli bir konu var ki o da, bazı cümleleri kurarken cümlenin kelime yerlerini yüzlerce kez aynı cümle içinde yer değiştirdim. Yine de hem istediğimi ifade etmekte zorlandım, hem de belki de anlatım bozuklukları oluşturdum. Dolayısıyla hem ifade, hem imla, hem de kural bozulması ister istemez oldu. Ne var ki bunu çoğu zaman bilerek yaptım. Bilerek imla kurallarına aykırı davrandım. Çünkü maksadımı ancak öyle anlatabildim. Dolayısıyla her imla ve anlatım hatası gibi görebileceğiniz yerleri bir hata olarak görmeyiniz. Benim onu öyle kullanma ve o yolla anlatmaya çabaladığım ana ve asıl anlama erişme gayretimi, yani asıl anlatmaya çalıştığımı algılamaya çalışınız lütfen…
Aynı cümleden olarak şunu da eklemeliyim ki maksadımı ortaya koyabilmek için ister istemez dilimizin ana kuralları çerçevesinde henüz kullanılmamış bazı kelimeler türetip kullandım. Kullandım çünkü maksadımı ancak o kelimelerle ve yanlış zannedilebilecek imla uygulamalarıyla anlatmaya çabaladım; yada anlatabildim.
Kitabı bu açıklamalarımı nazara alarak okumanızı ve kitaptaki her türlü hata ve yorum için beni hoş görmenizi bekliyorum. Özellikle bariz (açık) harf ve kelime eksiklik, fazlalık yada hatalarımla imla yanlışlarımı görün ama benim adıma görmezden geliniz… Şimdilik elimden bu geldi…!
Bir önemli konu daha var ki, bu kitaplar serisinde (Nikâh Yozgunları, Çürüme, Gurbetteki Vekil, Sabır Bozgunu ve Kördöğüşü adlı çalışmalarda) zaman zaman, hatta bazen ağırlıkla dinsel konulara girmiş olsam da kitaplar bir din kitabı da değildirler. Dinsel konular, sosyal hayatımızın vazgeçilmezlerinden oldukları için sosyal hayatımızda karşılaşılan sorunların çözümlerine katkı yapabilmek bakımından irdelendi. Kitaplarda irdelenen hiçbir görüşte dayatma yoktur; görüşler sadece önermelerden ve işin uzmanı bilimsel çevreleri sorunlar karşısında daha yapıcı çözümler üretmeye ve tartışmaya davetten ibarettir.
Ve bu seri kitaplarım sorunu ortaya koymaktan ziyade çözüm önerilerini ortaya koyan çalışmalardır.
Sizlere iyi okumalar mutlu yarınlar dilerken gerçek başarıyı yakalamamız hususunda Allah’ın yardımı hepimizin üzerine olsun diyorum. 

54 YILDAN BİR BAKIŞ:

54 YILDAN BİR BAKIŞ:

Ben; 1954 yılında  “Ot ile Ekinin” arasında, yani ot biçim mevsimi bitip de, ekin biçim mevsimi başladığı sıralarda, Konya. Bozkır. Yelbeği Köyü’nde doğmuşum.
 Vefasız Kaldığım Aşkımdan (Köy’ümden) Bir Görünüş:
Güzel Köy’ümden Bir Kış manzarası
 (Taştekne, Söğüt, Kavak ve Ardıcımız):
Birçok insanda da bulunduğu gibi, büyük bir aşk, tutku  derecesinde severim ben köyümü. Adı bile titretir gönlümü….! Gittiğim zamanlarda, saatlerce dalar seyrederim, bir tek ardıcını yada meşesini…
“Köyümüz Yelbeği ve Kuyularımızın Birinden Görünüm”

Çünkü orada karılmış mayam...
Ve, orada yatar tüm eba ve ecdadım…!
Benim “Poşulu” lakaplı bir dayım vardır….
         Eğitmenimiz ve Çatak Üniversitemiz:
O bir zamanlar İzmir’e gelmiş ve çok beğenmiş…
Lakin; “Köyümü terk ettim; vilayetimi terk etmem…” demiş. Ben de; bırakın köyümü,  ilimin dışında yaşamak zorunda kaldım ömrümün çoğunu…! İşte o yüzden ben, hiç olmazsa asla terk etmek istemem, bari ülkemi! Çünkü O’nu da aşk derecesinde severim ve  insanımı.
                      
              Yelbeği Köyü Çatak Üniversitesi (İlkokulu):

        İlkokula 1961 yılında, köyümüzün Çatak Mevkii’ndeki “Çatak Üniversitesinde” (ilkokulumuz) başladım. 1966 yılında da bitirdim. Temel bilgi ve değerlerimin çoğu buradan aldığım eğitim öğretime dayanır.                                              
                               
 İvriz’in 3. Sınıfındayken Çerez Niyetine Cebimin Kuru Ekmeği:
Üniversitemizden İlkokul diplomamı aldığım yıl, Köy Enstitüsü kökenli İvriz İlköğretmen  Okulu’na girdim. Altı yıllık yoğun bir eğitim öğretimden sonra:
          1972 yılı Ağustos başında, Ağrı, Tutak, Damlakaya (Meter) Köyü ve köyün  İlkokulu’ndaki sınıf öğretmenliğine,  pardon hayat okuluma başladım.





Ağrı, Tutak, Damlakakaya, (Meter)  Köyü İlkokulu:

          Ben, bir yerlerde pek fazla duramam. O nedenle; Ülkemizin doğusundan batısına, pek çok yerde çalıştım. Bunlardan biri olan, İzmir, Torbalı, Bozköy  Köyü ile İlkokulunda  “hayat okulu öğrenimimi” sürdürmekteydim ki; Birden bire; yaptığım işlerle, okuduğum okumaların bana pek yetmediğini fark ettim. Bu fark ediş üzerine kendimi yenileme ihtiyacı duydum.
          Öğretmenliği bırakmadan gidebileceğim tek okul, Hukuk Fakültesiydi. Girdiğim sınavlar sonucunda, 1985 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim. 1989 yılında da mezun oldum.
          Avukatlık stajını İzmir’de tamamladıktan sonra, öğretmenlikten emekli olmama 7 yıl gibi kritik bir zaman kalmıştı. İki işten birisini tercih etmek de mahsurluydu. Durum bu olunca  her iki mesleği de 7 yıl birlikte yürütmek zorunda kaldım. Ama çok yoruldum.
           Öğretmen olarak emekli olduktan sonra birkaç yıl daha avukatlığa devam ettiysem de yan gelip yatmak, gezip tozmak, gönlün istediğini, kafanın estiğini yapmak bana daha cazip göründü.
            Ben de aldım cüppeyi, çıktım dışarı... Gönlü ve kafayı tamamen serbest bıraktım.  Çıkış, o çıkış… Gezip tozmanın hakkını verdim evvel Allah!
             Bu arada tek bir şey yapmaya çalıştım. O da;
Elimden geldiğince kendi kendimin hakkından gelmeye, yani kendimi eğitmeye,
            Pardon; terbiye etmeye çalışmaktı.
             Nihayet, sanırım belki biraz olsun terbiye olduğumu düşünmekteyim ki:
           Nasip oldu; avukatlık büromu ikinci kez olmak üzere; İzmir, Torbalı’da açtım.
          Bu açılışta, sırayla ve birbirleriyle bağlantılı olacak şekilde beş şeyi hedef edindim kendime…
Bunlar:
        - Haklının hak olan, hakkını aramak…!
        - Bu yoldan Hakk olan, Hakk’ı aramak…!
        - Haklıya bir dost kapısı aralamak…!
        - Haksızın karşısına bir kale dikmek…!
        - Eh, burasını bir dost kapısı edinenlerden bu çarkı döndürecek kadar bir parayı aramak…

                   *******************************
         Gerçi bu kitap işini de dert etmiştik başımıza. Ancak bu benim, ta İvriz İlköğretmen Okulu’ndan beri ukdemdi. Orada nice şiirler yazmış, okumuştum. Ve en güzel hep ben okumuştum Arkadaşlarım bilirler; hem şiir yazma, hem de okuma yarışmalarının tek favorisi bendim. Ayrıca öykü ve romanın da hakkından gelirdim. Özellikle; “Yırgar” adlı şiir kitabımdaki şiirler okul arkadaşlarımın hatıra defterlerini süsler, ezberlerini işgal ederdi. Ayrıca dağlarda yaşayan, okul görmemiş, her şeyi yaşayarak öğrenmek zorunda kalmış ama hatalarını bilmiş bir cezaevi kaçağıyla, dağlarda karşılaştıkça yaptığımız sohbetleri romanlaştıran “Kaçak”; yine rahmetli dedem; Konya-Bozkır ilçesi Mudafaa-i Hukuk Teşkilatı’nın kurucu üye ve köyler temsilcilerinden, zamanın Yelbeği Köyü Muhtarı, ilginç, önder ve cesur kişilik; Delimam’ın hayıtından alıntılar yapan “Delimam” adlı roman çalışmalarım öğretmen ve öğrenciler arasında okunurdu. Ve de pek meşhurdu.
           Kitap taslakları elime ara sıra gelir, devamı niteliğinde bir şeyler yazdığım anda elimden çıkar, İvriz’li okuyucularımı şöyle bir kolaçan eder, yine bana gelir, bu çalışmalar elden ele dolaşır ve böylece sürer giderdi. O günün şartlarında bu; arkası yarın gibi bir şeydi…
         Kendimi insanlığa faydalı olmak adına kitaplar yazmaya, bu yolda tanınmaya ve bilinmeye hep hazır bulurdum. Aynı şekilde bunu benden, beni tanıyan tüm İvrizliler de beklerdi.Ama kendimizi hayat gailesine kaptırdık.
       Bu gaile bugüne dek elvermedi buna! Yukarıda sözünü ettiğim üç adet, adeta bitmiş durumdaki kitabım zamanın tozlu yollarında kaybolup gitti! Ve tam 35 yıl beklemek gerekti! Belki bu bir zaaftı, belki de doğru zaman değildi… Bilmiyorum…


İlk Romanımın Kahramanı Delimam (Mehmet) Dedem 1928 Yılında:


         Nihayet elinizdeki ana adı ”Çürüme” olan bu kitap, anlaşılacağı üzere bereketli başladı ve “Nikâh Yozgunları, Çürüme, Gurbetteki Vekil, Sabır Bozgunu ve Kördöğüşü” adlı hem birbirinden bağımsız, hem de birbiriyle ilintili beş kitap halini aldı.
Çalışma henüz bitmeden gerisinde iki, hatta üç kitap taslağı daha bıraktı.
Bu çalışmaya 2006 başlarında giriştim; geceli gündüzlü bir çalışmayla onca eksikliğine rağmen, apar topar Mart 2008 sonlarında şimdilik kaydıyla el çektim.
 Burada “54 Yıldan Birkaç Satır” demekteki kastım; 54 yıldan geriye doğru baktığımda gördüklerime işarettir. Bunları sizlerle paylaşmak istedim…
Anılan beş kitabı, tek kapak altında ve hepsini birlikte takdirlerinize sunmak bana dana faydalı göründü. 
Bu çalışmaları yapmaktaki tek gayem; insanlığa faydalı olmaktır.
 Umarım Allah’tan, çabamdan bu fayda oluşur.

HANİFE EBE’M DİYOR Kİ;

          HANİFE EBE’M DİYOR Kİ;

           Bu kitabın yazmaya başladım başlayalı benim pozitif toplumsal aykırılığımı bilen anamı aldı bir tasa; bir kaygı bir telaş ki sormayın gitsin.! Üzüntüden ortalığı velveleye verdi.
           Bana; “Ulan Şaşkın…! Ben seni bilirim, sen şaşkınsın, hem de şaşkının önde gidenisin! “
           “Bu güne dek kimseye benzemeyen hallerin oldu. Zaten ne dediğini,  ne yaptığını anlayan pek olmadı.!”
           “Millet seni dışlayı dışlayı bir haller oldu…!”
           “Şaşkın…! Şaşkın! Yazma o kitabı sakın…!”
           “Vallahi bu sefer seni taşlayacaklar…!”
           “Ekmeğini ye; işine bak!” dedi durdu.   
           Durum Hanife Ebe’min de kulağına gitmiş; geçenlerde elinin asasıyla karşıma çıktı.! Önce bana öğrettiği, namazda okunan kısa surelerle duaları, Amentüyü, Kuran’dan anlattığı hikayeleri nihayet, Mekke Şirkçileri’nin yaptıklarıyla Taif’i hatırlattı… Peygamber Efendimizin Taif’te taşlandığını… Adı güya Müslüman olan nicelerinin Kâbe’yi mancınıklarla taşladığını...! Ve taşlanmaktan Korkmamamı tembihledi.
           “Kendisinin de kitabın arkasında olduğunu, her türlü saldırıyı göze almam gerektiğini, zaten saldırı yaparlarsa, yapacakları saldırının haksız olacağını, bu kitabı yazarken iyi niyetten ve içtenlikten asla taviz vermediğimi, vermeyeceğimi, hep hak  bildiğimin ve haklı gördüğümün yanında olduğumu bildiğini” söyledi.         
            Anam için de; “Telaşlanmasın, işine baksın ve hakkımızda duacı olsun..!” dedi. Devamla;
            “İyi ki yazmaya karar verdin. Arkamızda ölmez bir eser kalacak. İnşallah nice insan faydalanacak, bir kişi bile faydalansa ne büyük nimet burada..!Hem biliyorum senin niyetin ihlaslı. Bir şey olmaz; Söyle anne  hiç tasalanmasın…!”
            “Anlayan anlar, isteyen söver….! Biz zaten hepimiz alıştık buna. Dileyen de gelir seni de taşlar. bizi taşladılar da ne oldu…! Her ne yapan kendine yapar…!”
             “Benim gelinip mektep medrese görmedi, Allah gecinden versin ama gelip burayı da görmedi…! O sadece çevresini gözlemledi; Ve sırf gördüklerinden, duyduklarından okudu hayatı…”
             “Bak yavrum; söyle annene, hiç üzülüp telaşlanmasın! Seni taşlasalar ne olur sanki…? Doğru yola canımız feda…”
             “Hem bu dünyada nice insan, sırf haklı oldukları için giyotinlerde baş verdi, asıldı can verdi…! Zulüm ve işkence gördü… Sen bunları biliyorsun. Akıllı annene söyle onun da haberi olsun...!?”
             “Hepimiz biliyoruz ki, biz şaşkın falan değiliz Hem Kuran’ı devamlı Arapça’dan okudukları için pek anlayamadıkları, O Yasin Suresi’nde anlatılan ve gerçek şaşkınlarca, daha doğrusu sapkınlarca  taşlanan Allah dostu Neccar’ı unutma!”
            “Hem biz ne yapmış, ne yapabilmişiz ki…?
            Onlardan hiç birinin ayağının tozu dahi değiliz! Dua edin ve inşallah, o yolların fakir bir yolcusu olun..!” 
            “De ki;
          “Allah bizleri de kendi dostlarına yoldaş eder inşallah!”

TEŞEKKÜRLERİM:

TEŞEKKÜRLERİM:
            
A-    Önce;

Tüm hocalarım ve hocalarımız (öğretmen, eğitmen, eğitici, aydın, yol ve yordam göstericilerimiz) olmak üzere ve;
Çocuğunun öğretmenini beğenmeyerek “iyi öğretmen” arayanlara, çocuklarına “yarış atı” muamelesi yapanlara da bir göndermede bulunmak adına;
Köyümüzün Çatak Üniversitesi’nde, ilkokul 1. sınıfı önünde okuduğum, öğrencilerinin eğitim öğretim temellerini en sağlam biçimde atan rahmetli Eğitmen’im, 
Sayın Abdurrahman GÖKER’e,

Bir Ortaokul mezunu olarak Köy’ümüzde 2 yıl vekil öğretmen sıfatıyla çalışan, henüz kendisi küçücük bir çocuk olduğu halde, Eğitmen’imizin de yol göstericiliğiyle bu ulvi mesleği başarıyla yürüten, bizleri ilkokul (Çatak Üniversitemiz) 2. ve 3. sınıftayken okutan, kendisinden çok yararlandığım, Konya, Bozkır, Aslantaş Köyü’nden sevgili öğretmen’im
Sayın Mustafa ŞAHİN Hocama;
      Ayrıca, o sıralar henüz atamasını bekleyen, yanda fotoğrafı görülen ve Köy’ümüzdeki öğretmen yokluğu nedeniyle bizleri, “Köyümüz Çatak Üniversitesinin” (ilkokul) 4. sınıfında ücret almadan okutan ve cami imamı önünde okumaktan kaçan, kaçak Mehmet Duran’a dinini de öğretme ve öğrenme kapısını aralayan, dindar ve  yakışıklı öğretmenim,     Sayın Ali ASLAN Hocama,    
           Ondan teslim alarak, beni gereken bilgiyle donatmak, ayrıca sınav müracaat işlemlerini yerine getiren ve getirmek hususunda  küçücük bedenin aşamadığı engelleri aşarak O’na, İvriz İlköğretmen Okulu’nun kapısını açan, açtırtan değerli öğretmenim, gerçek öğretmen, hukukçu (avukat) noter, DSP’nin Konya, Ereğli ilçe teşkilatı kurucusu ;
           Sayın Suat YENİTÜRK Hocama,
    Ben ve Gerçek bir Öğretmen: Suat YENİTÜRK Hocam.

            Ve Köy’ümün gelmiş geçmiş tüm öğretmenlerine,

B- Ayrıca;

B- Ayrıca;

Ve kişiliğimizi oturtan ve bize öncelikle kendine güven duygusunu yerleştiren; İvriz İlköğretemen Okulundaki gerek benim, gerekse gelmiş geçmiş tüm müdür ve öğretmenlerime ve çalışanlarına;
Hak ve adalet duygusuyla olaylara daha da tarafsız bakabilme yetisini bizlere kazandıran, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin bil cümle ve gelmiş geçmiş Dekan ve Öğretim görevlisi hocalarımla çalışanlarına,
Nihayet ülkemin gerçek aydın ve tüm hakseverlerine, Ve asıl önemlisi ülkemin tüm öğrenicilerine, en içten teşekkürlerimi sunuyor, ellerinden gıyaben öpüyorum. Hakk’a kavuşanlara da Allah’tan rahmetler diliyorum…
           

B- Sevgili Eşim Ayşe Çulha Duran;

B- Sevgili Eşim Ayşe Çulha Duran;

            Bana Yaz bu fikirlerini ki düşüncelerinin çürüyüp gitmesin.” diye dürtükleyip durdun. Çalışmaya başlayınca bana en büyük destek ve yardımı sen verdin. Bu çalışmaları belki en çok isteyen de sendin. Yine bu çalışmaların başarısıyla en büyük kıvancı, mutluluğu ve onuru senin duyacağından hiçbir şüphem yoktur….!
           Andığım ve sair nedenlerle sana binlerle olan teşekkürümü lütfen sen de kabul et.!

C- Sevgili yavrum Nihan DURAN;

C- Sevgili yavrum Nihan DURAN;

            Kendi aile tarihimizle ilgili hazırlamış olduğun tarih ödevinin bitiminde benim İvriz İlköğretmen Okulundaki şiir, öykü ve roman kitapları yazım çalışmalarımdan  bahsettikten sonra, yine benim için;
“Babam, hayat gailesine kapılıp ilgilenemedim, umarım belki bundan sonra bir şeyler yapabilirim, der.”
Arkadaşları ve öğretmenleri hala daha hayret etmektedirler babamın nasıl olup da bir edebiyatçı olarak kendini geliştiremediğine.
Ne var ki bu konu babamın içinde hala bir ukde olarak yaşamaktadır. “Belki bir gün yapabilirim, diyerek ümit etmekten kendini alamaz..”
“Hayat insanın önüne en büyük tutkuyla istediği hayallerini bile gerçekleştiremeyecek kadar ağır bir yük koyarsa, işte o zaman tek şey, doğru zamanı beklemek ve ümit etmektir.” diye yazmışsın…!
Yaptığım kitap çalışması nedeniyle en çok onur ve kıvanç duyarak mutlu olacakların başında gelenlerin birisinin sen olduğunu, ayrıca her yönüyle benden daha güzel eserler husule getireceğine, kendine sağlam ve sağlıklı bir gelecek çizeceğine olan inancım tamdır.
Tüm bu nedenler ve varlığın için sana da teşekkür ediyor gözlerinden öpüyorum…!

D- İVRİZ’İN YETİŞTİRDİĞİ DÜNYACA ÜNLÜ RESSAM, DEĞERLİ KARDEŞİM, EY “KOCA İSMAİL”!

D- İVRİZ’İN YETİŞTİRDİĞİ DÜNYACA ÜNLÜ RESSAM, DEĞERLİ KARDEŞİM, EY “KOCA İSMAİL”!
                       SAYIN İSMAİL YILDIRIM;

            Kitabımın kapak resimlerini elektronik posta yoluyla gönderirken;“Selam, kelam. Resimler ekte vesselam…” yazmışsın. Sen haklısın. Çünkü resimle konuşur, resmi konuşturursun.
            Yunus’a Mevlana’nın Mesnevi’sini okutup fikrini sormuşlar…? Koca Yunus; “Ben olsaydım, ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, der. işi bitirirdim.” demiş.
            Hey Koca İsmail…! Ben seni bilirim. Hakikaten de vesselam olmuş. Benim onca ettiğim teraneyi fazlasıyla anlatmış ötelere bile geçmişsin…! Tam da burayı yazıyordum ki, telefon çaldı. Baktım, sen…! durumu izaha çalışıyordun… Dedim ya, buna gerek yoktu; ben zaten bunu bilirdim…!
İvriz’de 3. sınıfın sonuna dek; yediğimiz içtiğimiz değil, adeta aldığımız soluk dahi ayrı gitmedi seninle… Bu nedenle kendimi hep bahtiyar saydığımı bilirsin.
Hayatın savurmasıyla ayrı yollara ve kulvarlara düştük… Ancak 38 yıl sonra aynı içtenlikle kucaklaştık…! Daha ilk cümlende beni; “Mehmet, senin şu yazarlık işi ne oldu?” diye karşıladın Al; ben de yeniden başladım.!

       *******************

Ey koca İsmail; Sen lise 1. sınıf talebesiyken, seni hapis damlarına atıp, 6 yıl çürütmeye çalışıp da çürütemeyenler utansın şimdi…!
Lise 1. sınıf öğrencisi siyaset yapsa ne yapar? Konuşsa ne olur…? Koy taksim meydanına; istediğini konuşsun…!
Hem susmakla ne olur…? Hem susturulabilir mi? Hem susturdular da ne oldu…?
Konuş İsmail konuş, sonuna dek konuş… Sen hep var ol, her halinle, resim ve heykellerinle konuş… Ve konuştur onları…! Ey Orta Torosların yürekli evladı, seni ülkenden kaçırtanlar utansın şimdi…!
Kaçırttılar da ne oldu…?
Sen ta 80’li yılların evvelinde bilirdin, Amerika Bireşik Devletleri’yle İsrail Devleti’nin, o derin işbirliğini çünkü….!
Ve Siyonizm eleştirisini kendilerine kalkan edinip siyaset yapanlar, sen ta o yıllarda, ve ta Filistin’lerde, İsrail’e karşı bilfiil yaptığın ve yıllarca sürdürdüğün onur savaşında aldığın, 24 yerindeki yarandan, o türden siyaset yapanlar utansın şimdi….!              
 Deniz Gezmiş’lerin, Yılmaz Güney’lerin sağ kolu, “Duvar” ve “Sürgün” filmlerinin baş asistanı, sofi felsefenin ve özellikle Mevlana’nın hayranı, kendisinin ana kaynaktan (bence Allah’tan) gelen bir cüz/parça olduğuna inanan,
Ve nihayet bir gün mutlaka, en büyük bir inanç ve içtenlikle Allah’a ulaşacağına inandığım, ateist kardeşim! Naçizane kitaplarımın, kapak resimlerinin dünya gurbetinde bir vekil sıfatıyla yaratıcısı;(!)
İvriz’in yetiştirdiği dünyaca ünlü ressam, dostluğuna olan teşekkürlerimi lütfen kabul et…!
               
      Ünlü Ressam İsmail Yıldırım’la Yıllar Sonra Kucaklaşırken.!
  
Not: Ben, İsmail’in Allah’a inançla erişmesinden, evvela haddimi aşarak O’nun adına mutluluk duyarım sonra da kendi adıma… Hem o zaten erişmiştir bile belki! Yoksa benim ne O’na, ne de kimseye böyle bir telkinim ne vardır; ne olabilir, ne de  bende, O’nun dostluğuna gelecek herhangi bir halel.
Hem O, Fransa’da yaşasa da bizimdir…
Öz be öz bu vatanın evladı,
Kardeşimizdir  çünkü…

BEN, SADECE MÜSLÜMAN’IM:

BEN, SADECE MÜSLÜMAN’IM:

El hamd-ü- Allah ben Müslüman’ım; ama sadece Müslüman. Başkaca hiçbir şey değil.! Hem bir Müslüman’ı “gerici, yobaz” sananlar, hem de Müslümanlığı sadece kendine özgüleyenlerle kullananlar bilsinler ki; ben sadece Müslüman’ım ve; sırf Müslüman olduğum için de; medeniyetten, olumlu anlamda her türlü ilerlemekten, gerek siyasal, gerek vicdansal, düşünsel ve vs. özgürlüklerin her türünden, Toplumların yönetsel ihtiyaçları karşılanırken bunu yerine getirecek organizasyonların laik olması gerektiğinden, cumhuriyet ve demokrasiden, hak ve haklıdan, akıl mantık, bilim ve bilgiden vb. düşünüş ile hasletlerden yanayım. Bunların dışında mürşit, dinsel hayatım bakımından Kur’an (ana kaynaklar) dışında tarikat (yollar) tanımam.! Özellikle “rabıta” denilen ve bir mürşide, yani Allah’a gitmede yol gösterici şeyhe kayıtsız şartsız bağlı olmayı isteyen önermelere dinim adına kesinlikle karşıyım. Ki bunların şirk olduğuna, yani Allah’la kul arasına aracılar koymaktan, ilahlık hususunda Allah’a ortaklar edinmekten, O’na ortaklığa soyunmaktan başka bir şey olmadığına yürekten inananlardanım. Maazallah bu yol insanı İslam dışına iter.. İter de gönlü saf kardeşlerimizin haberi dahi olmaz. Çünkü bu yol, Kuran’ın en sevmediği yoldur.! Bunu iyi bilelim. Bu nedenle her zaman ben; “Ye üçü (yamek), kıl beşi (namaz)..!” “Allah’a gideceğim diye andığım anlamıyla başka yerleri kurcalama, başka yerlere bulaşma!” derim.
Yukarıdaki  anlatımda izaha çalışılan ve insanımıza önerilen böylesi bir yapı elbet toplumları dejenere eder. Şöyle ki; bu tutum aracıları sırf Allah’la kul arasına sokmakla kalmaz. Kul ile kulun arasına da aracılar, çıkarcılar sokar, adam kayırmacılığı, rüşvetçiği vs bin bir olumsuzluğu ortaya çıkarır. Dolayısıyla böylesi bir yapı toplumların çürümeleri ve intiharları için birebirdir. Sözü buraya getirdiğimize göre hemen belirtelim ki; Ülke’mizde arzı endam eden her türlü kültür, siyasal ve ideolojik düşünüş sahibi insanla, aşağı yukarı ülkemizdeki tüm unsurların ağır bir hastalık olarak yaşamakta olduğu bu şirkçi, çıkarcı, şekilci vs. yapıyı daha iyi tahlil edebilmek, daha iyi anlayabilmek durumundayız.
Bırakın tarikatları, mezhepler, siyasi akımlar, ideolojik ve felsefik görüşler dahi kendi ortaya çıkış şartları ile çıkış gerekçelerinin gerisinde ve kendi içlerindeki bir hastalık olmak üzere, Allah’ın Tertemiz “Kuran’i Din’ine” karşı yeni bir din uydurma girişimlerini de beraberlerinde barındıyor olduklarını asla hatırdan çıkarmayalım.
Dolayısıyla çekinmeden hemen söyleyelim ki, Sünni Ekoller dahi bu şirkçi yapının yoğun etkileri altındadırlar. Bu türlü etki ve hastalıklardan sıyrılmak boynumuzun borcu, “Kuran-i İslam”  ve “Anadolu Uygarlığı’nın” savunulmasının en zorunlu ve en tabii gereğidir.!
Bu anlam itibariyle ben, şirke ve çıkarcılığa bulaşmamış, “Kuran-i İslam” takipçisi gerçek bir bir Müslüman’ın fikri hür, vicdanı hür, her anlamda ve her alanda özgür olduğuna, olması gerektiğine, bu anlam itibariyle ayrılık ve ayrımcılığın hiç bir türüne prim vermeyeceğine, veremeyeceğine, buna ihtiyaç da duymayacağına, hatta belirli bir mezhebin takipçiliğine dahi ihtiyaç duymayacağına yürekten inananlardanım..!
Yine aynı şekilde; saydığım şeylerin zıddı ile, sihir, büyü, hurafe vs. saçmalıklarla, olağan dışılıkta din ve yol arayışına, din adına Arapçılık yapılmasına, Arapçı olmanın dindar olmak sanılmasına ve sandırılmasına da şiddetle karşıyım!
İnsanlık var oldu olalı İslam, akıl dışılığa, mistik şeylere, hurafeciliğe, gelenekçilik, gericilik ve kafatasçı ırkçılığa  hep karşı olagelmiştir. Ancak böyle oldukları halde kendisini İslam tanıtanların misyonlarını doğru biçimde kullandıkları kanısında değilim.!Dinimiz olağanda ve tabii olandadır; bunu asla unutmayalım.! C. Allah’ın buyurduğu gibi O bize, “şah damarımızdan daha yakındır.” O’nu kendimizde, kendi benliğimizde arayalım. Emin olun bulacağız..!
Daha dün, ismi lazım değil; malum çevrelerin meşhur televizyon kanallarının birinde yayınlanan güya bilimsel ve güncel bir söyleşide şiddetle hurafecilik savunuluyor, hurafeciliğin dinsel, daha doğrusu İslam-sal ve toplumsal anlamda güçlü ve önemli bir ihtiyaç olduğu vurgulanıyor, aksi düşünenler alaya alınmakla kalınmıyor, adeta hakaret derecesinde kınanıyordu..! Tam bu aşamada akıl sahiplerini nereye doğru gittiğimizi iyi düşünmeye ve iyi tahlil etmeye davet ediyorum!
Aynı malum televizyon kanalının incilerini doğru tahlil edersek; aslında hurafe diye anlattıkları şeylerin hurafe olmadığını, sadece bilimsel olarak henüz izahının tam yapılamayan, belki de hiçbir zaman yapılamayacak olan olaya da olgular olduklarını görürüz. Bahsettiğim televizyon programındakilerin anlatımlarına göre; örneğin şehit olmanın dinsel sonuçlarına, yahut kulun daraldığı zamanların çoğunda kendisine Allah’ın özel yardımının yetişerek o kulu, gurubu yahut da bir orduyu olağandışı biçimde kurtarması, bu türlü olgulara inanılmasını hurafeye inanmak diye tanımlıyorlardı. Halbuki bunlar kesinlikle hurafe değildir. Doğrusu onlar hurafenin ne olduğunu dahi bilmeyen militarist bilim cüceleriydiler.
 “Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz…!” Keşfedecek olsak bile, malum olduğu üzere keşfedecek, hiç değiliz…!
Bu cümleden olarak önemle belirtmek isterim ki; bazı olaylar olağandışı biçimde yaşanır ve biter.! Bunda şaşıracak bir husus yoktur. O olayın yazılımı, yasası, yani kaderi de aynı olağan olayların kaderi, yasası gibi evrenin genel yasa koyucusu olan C. Allah tarafından konulur; yani yazılımlanır, irade edilir. Ve konu olay gerçekleşir. Bu yasa bir daha çalıştırılmaz. Netice olarak da aynı olay bir daha yaşanmaz; tekrarlanmaz. Dolayısıyla bilim bunu olayın bağlı bulunduğu yasayı tesbit etme ve onu deneme imkanı elde edemez.!
Esasen biz insanlar için olağan üstülük özellikleri gösteren oluşların kaynağını teşkil eden yazılımlar, sürekli tekrarlanmakta olan oluşların tâbi olduğu yasalara göre daha kompleks yapılı olmayıp daha basit yapılı olmaları gerektir.
Aslında bu tür, bizim açımızdan olağan dışılık mahiyeti arz eden yasa, olay ve olguların, her an tekrarlanan, yani olağan olay olgu ve bunların bağlı olduğu tabiatsal yasalardan hiçbir farkı yoktur. Tek farkı bir defaya mahsus veya istisnai olarak uygulamaya konulmuş olmalarındadır.
Bu dediğimi anlamak için her an karşımızda duran suyun kaynama yasası, yada güneşin doğuş ve batış yasasını ortaya kimin koyduğu üzerinde birazcık düşünmek yeterlidir. Bu vb. durumlar her an tekrarlanmakta, ancak olağan saydığımız bu türden yasaların konuluşu üzerinde pek düşünülmemektedir. Halbuki bu durum oldukça manidardır. İşte bu manidarlık mucize türü olaylarda da aynıdır aslında… Fakat bu tür istisnai, yani olağandışı uygumalar insan olarak bizim daha fazla dikkatlerimizi celbedebilmektedir. Oysa asıl dikkatlerimizi celbetmesi gereken şey, sürekli ve belirli bir istikrar içinde tekrarlayan, tekrarlanan yasalar, bu yasalara bağlı olarak gerçekleşen olağan konumdaki olay ve olgular olmalıdır. Asıl işimize, yaşantımıza ve dünyasal sınavımıza yarayacak olanlar da bunlardır.
Bu konuda daha fazla bilgilenmek isteyenleri “Gurbetteki Vekil” adlı kitabımı okumaya davet ediyorum.
                   ******************
Bazı kesimler ve özellikle bazı ilahiyatçılar, Bu seri kitap çalışmalarım olan, “Nikah Yozgunları, Çürüme, Gurbettiki Vekil, Sabır Bozgunu ve Kördöğüşü” adlı kitaplardaki yazdıklarım hakkında ve özellikle din konusunu kast ederek bana; “Kendi alanlarına da müdahale ettiğimi” söylediler, devamla, “Etiketimin ve kimliğimin  ne olduğu ile dayanaklarımı” sordular.
-Biz bu çalışmaların her satırında, ana dayanağımızın milletimizin bizzat kendisi olduğunu her vesileyle belirttik.
Etiket ve kimliğimiz konusuna gelecek olursak;
-Biz bu milletin evladı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşıyız.
-Aynı zamanda biz de Müslüman’ız. Ve sadece Müslüman’ız. Başka hiçbir şey değiliz. İslam bizim de dinimizdir. Ve inanıyoruz ki, yemeyi, içmeyi, soluk almayı nasıl bilebiliyor, mesleğimizi nasıl icra edebiliyorsak, dinimizi de aynı şekilde bilmeli, hayata geçirebilmeliyiz. Durum bu olunca;
-Biz kimsenin alanına girmedik; tamamen kendi alanımız dahilinde kaldık.!
 -Üstelik tuttuk bir de söz verdik; “Onları yalnız başlarına bırakmayacağız. Bu alanları, sadece onlara terk etmeyeceğiz. Oralarda biz de, biz de olacağız..!” dedik.
Daha da üstüne üstlük, buradaki sözlerimizi hiç değiştirmeden; “kendisini ilerici, demokrat, özgürlükçü, cumhuriyetçi, halkçı, çağdaş, (güya uygar) aydın, vs. bir kısım yaftalarla tanımlamaya kalkışarak, mangalda kül bırakmayan güya “solcu”, “laikçi” kimselere yönelttik.”Evet ortamı onlara da boş bırakamayacağız inşallah.!! Ve o ortamlar da biz de, biz de olacağız ..!
Öyleyse geliniz bu noktada, kendi din eğitim öğrenim hayatımın bir bölümüne şöyle bir göz atalım ve buradan sonuçlar çıkaralım:
Henüz dört ya da beş yaşlarımın arasıydı. Yedi - sekiz yaşlarımdayken Rahman’ı Rahim’e yürüyen, İnşallah Cennet mekan, şimdi İzmir, Torbalı Ayrancılar Kabristanı’nda yatan, çocukluğumda beni çok ama, çok seven, böylece bana sevgi ve güven aşılayanlardan biri olan, İzmir için “Beni buraya bir kabir çekti getirdi.” dediğim, sevgili anneannem (Fatma Ebe’m), elime bir tutam gilime  (üzüm bağının budanmış  çubuğu) tutuşturdu.
Köy imamının, bizim  Altıparmakgil’e  ait “Yer Oda” dediğimiz, misafir odasında, köyün çocuklarını toplayıp, namazda okunan sure ve duaları öğrettiğini söyledi. Benim de gitmemi istedi. Nedense pek gitmek istemedim. Ancak  Rahmetlinin hatırından da geçemedim; gilimeleri alıp gittim.
Kapıdan girdim. Hemen kapının girişinde bir yerlere adeta sıvışıp oturdum. Başladım odada olup bitenleri izlemeye.
İçeri tıklım tıklımdı. Köyün ufacık çocuklarından tutun da, delikanlılarına  kadar, neredeyse hepsi oradaydı. Kimisi ezber, kimisi ellerinde küçük bir “elif cüzü” Arapça Kuran yazısı okumaya çalışıyorlardı.
Hoca ise yüksekçe bir yerde, elinde odanın her köşesine erişebilecek uzunlukta bir sopayla oturuyordu. Tam da bildik manzara…!? Neyse Hoca işini bitirip bana döndü ve; “Sen bir şey biliyor musun?” diye sordu.
Bilmem” dedim.
Peki o zaman, ben önden okuyayım, sen de arkamdan....” dedi.
Ben de: “Olur” dedim.
Hoca bir güzel besmele çekti. Bir besmele de ben çektim. Çektim çekmesine ama, çocukların hepsi bir ağızdan başladılar gülüşmeye.!
Anlamıştım. Ben bu işi becerememiştim. Hem utanmıştım; hem de yapamayacağım işin başına ta o zamandan beri pek geçmem.
Hem zaten bu husus bizim köyde her gün tellal ile ilan edilirdi:
Herkes yapabileceği işin başına geçsin.” diye..! Durum bu olduğuna göre ne işim vardı benim orada…(!?)
Üstelik daha sonraki yıllarda arkadaşım olan ve bu seri kitaplarımda kendisinden zaman zaman bahsederek alıntılar yaptığım Hüseyin Ercüment kardeşim nerelerden duyduysa bana bir fıkracık anlattı ki, bu durumu o fıkra da teyit ediyor. Bakın size de anlatayım da, mesele hem daha iyi anlaşılmış, hem de konunun farklı boyutlarına da dikkat çekilmiş olsun.
                ***********************
Sözüm ona, günlerden bir gün karga ile eşek aynı koltukta uçak yolculuğu yapmaktadırlar…!?
Karga ikide bir, hostes ihtiyaç çağrı kolunu çekip muziplik yapmaktadır. Hostes gelip de ne istediğini sorduğunda ise, omuzlarını silkerek “Hiiiiçç…!” demekte ve hostes geri dönerken de arkasından “kıs kıs” gülmektedir.
Bir böyle, iki böyle derken durum hostesin canına tak eder. Doğruca gider vaziyeti uçağın pilotuna anlatır ve ondan yardım ister.! Pilot da uçağın güvenlik görevlilerine emir buyurarak; “olay bir daha tekrar ederse o koltuktaki sözüm ona eşekle karganın uçaktan dışarı atılmasını” söyler.
Ne var ki bu arada, karganın yaptığı hareketi bir kez olsun yapmayı eşeğin de canı çeker.! Tutar hostes ihtiyaç çağrı kolunu bir de o asılır….!?
Bunun üzerine yanında güvenlik görevlileri olduğu halde hostes gelir; “ihtiyaçlarının ne olduğunu” yeniden sorar.! Eşek sırıtarak, omzunu silker ve “hiiiiççç…!” der. Bunun üzerine güvenlik görevlileri, her ikisini de uçaktan atarlar..!?
Bu arada uçmaya başlayan karga, düşmekte olan eşeğe dönerek sorar:
“Kanatların var mı…?”
“Yooookkk…!”
“E, paraşütün var mı…?”
“Hayır,yooookkk…!?
“Peki seni kurtaracak helikopter, dostun falan….!?”
“Vallahi hayır…! O da yo…!?”
“Madem öyle… A eşek herif, derdine ne oldu da benim yaptığımı yapmaya kalkıyorsun? Çek öyleyse cezanı..!” der.
             ************************
Hasılı durum bundan ibarettir. Anlayacağınız hemen oradan toz oldum. Yukarıda da andığım gibi, benim İvriz İlköğretmen Okulu arkadaşlarımdan Şükrü her ne kadar;
Benim 100 metre koşum kuvvetlidir.” diyedursun. Evvel Allah benim “100 metre siğirdişim (koşum)” ta o zamanlardan kuvvetliydi…! Üstelik dirençliydim de... Artık bu olay benim için ilk ve son oldu. Bir daha camii imamlarının yapmış olduğu hocalığın önüne diz çökmedim.
Böyle olunca, yukarıda da değindiğim gibi, orijinal haliyle kısa sureler ve klişeleşmiş Arapça duaları ülkemiz şartlarında öğretildiği biçimde öğrenmedim, öğrenemedim..!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Siz yine de “öğrenmedim,öğrenemedim” dediğimden dolayı benim, dinimi ve Kuran’ı bilmediğimi sanmayın...! Yani cami imamlarından öğrenemedim…! Yoksa hiçbir şey öğrenemedim değil…! Ancak yine de, orijinal kısa surelerle klişe Arapça dua ve metinler hakkında ezberim azdır. Bunlardan sadece namazımı kılmaya yetecek kadar ayet, sure ve duayı bilirim. Buna da (Kendisinden Allah binlerce razı olsun.!) İlkokul 4. sınıfta bizi okutan öğretmenimiz Ali Aslan’ın katkısı çok olmuştur. O, o zamanki “Din Dersi” derslerinde bu dua ve surelerin ezberlenmesini bizlere ödev olarak verirdi. Diğer derslerde yaptığı gibi, din dersinden vermiş olduğu bu konudaki ödevlerin de takipçisi olurdu. Ben de, Din Dersi ödevlerimi aldığım gibi kendi evimize gider; mekanı Cennet olası, Hanife Ebe’min (babaannem) önüne otururdum. O önden okur, ben de arkadan. Bir kalem ezberlerdim.
Ayrıca; sonradan gördüm ki, ezberlediğim dua ve kısa surelerin hepsi yanlışsızdı. Çünkü Hanife Ebem de bunları, köyümüzün geçmiş, meşhur ve dirayetli hocalarından, Abdurrahman Hoca’dan öğrenmişti. Ahdurrahman Hoca; köyümüzde hala bilinir. Kendisi Hanife Ebe’min dayısı, baba taraf Dede’min de amcasıydı. Sebebi ve kendilerinden Allah binlerle razı, rahmeti üzerlerine, mekanları da cennet olsun.!
O zamanki öğrendiğim surelerin yanlışsız olduğunun bilincine varınca; Abdurrahman Hoca’nın öğreticilik vasfının ne kadar yüksek olduğunu hep takdir etmişimdir. Ölümünün üzerinden belki, 70 - 80 sene geçmiş olmasına karşın hala anılıp yad ediliyor olması, O’nun bu hocalık vasfını layıkıyla hak ettiğini açıkça gösteriyor.!
Ali Aslan Hocam çoğu öğretmen gibi idealist bir öğretmendi. Daha önce birkaç yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştı. Daha sonra da, o zamanki Eğitim Enstitülerinden birini bitirerek Ortaokul ve Liselerde öğretmenlik yapmaya hak kazanmış, atamasının yapılmasını bekliyordu.
O yıl bizim köyün okulunda öğretmen açığı vardı. Kendisinden yardım rica edildi. Zamanın İlköğretim Müdürlüğünün de oluruyla ücret almadan bizleri, yani o yılki 4. ve 5. sınıfları yıl sonuna dek okuttu.
          Allah Ali Aslan Hocamdan da, binlerle razı olsun ki, kendisine Allah’tan hayırlı ve uzun ömürler diliyorum..! Hocam aynı Nuri Sesigüzel’e benzer, yakışıklı bir adamdır. Her zaman için ellerinden, hürmet ve saygıyla     öpüyorum. Dinimi de Öğreten Dindar ve Yakışıklı Öğretmenim: Ali ASLAN
Burada, zamanın Bozkır İlçesi İlköğretim Müdürü olan; daha sonra Bozkır İlçemizin Belediye Başkanlığını da yapmış bulunan, soyadı gibi saygın insan, Rahmetli Sabri Saygı Hoca’mı da rahmetle anayım isterim. Allah taksiratını affetsin…! O’nu da tüm sevdikleriyle birlikte Cennet’ine koysun!
Yine ilkokul 4. sınıfın şubat tatilinde 2 günlüğüne komşu Dereiçi Köyüne gezmeye gitmiştim. Orada Rahmetli Mahmut Efendi Amca’mın, evinde çocuklara Kuran okumayı öğrettiğini gördüm. Allah kendisinden razı olsun. Taksiratını affedip Cennetine O’nu da koysun!
Çocuklar okuma çalışması yapıyorlardı. Bu çalışma benim de ilgimi çekti; hem de fırsatı değerlendirmek istedim. Üstelik kendimi bildim bileli bende yoğunluk kazanan Allah’a dayanma ve güvenme duyguma katkı yapacağını düşündüm. Böylece Arapça yazı ile ben de ilgilendim. Hemen de öğrendim. O günden beri Arapça Kuran okumayı kendime yetecek kadar bilirim. Hatta İlkokul arkadaşlarımın bir çoğuna Arapça orijinal metinden Kuran okumayı ben öğrettim. Şimdi onlardan bir çoğu imam - hatip ve vs. mesleklerdedirler.
Geçenlerde Ödemiş, Bıçakçı, Ovacık Yaylası’na, kendisini senelerdir tanıdığım öğretmen arkadaşlarımdan biri olan, iyi niyetli dürüst insan bizim Mehmet Yağcı’nın küçük kızı Berrin Öğretmenin düğününe gittik.
Bu arada Yağcı kardeşim gelen misafirleri nedeniyle bir hayli yoğundu. Vakit öğleye yakındı. Hem biraz vakit geçirmek hem de aynı köyün imamlığından emekli, kendisini ta köylerinde öğretmenlik yaptığım zamanlardan tanıyıp sevdiğim; Üzeyir Hoca’yı ziyarete gittim. Üzeyir Hoca  aynı zamanda hanımıyla birlikte hac arkadaşımdır. Ayrıca bizim Yağcı’nın da eniştesi olur. Vardım; Hoca’m kendisi evde yok… Sadece Hanımı var. Sağ olsun, bize izzet ikramda bulundu. Bu arada namaz vakti de yaklaştı. Ben, izin isteyip namaz kılmak üzere oranın yakınındaki Ovacık Yaylası Camisine gittim.Yaylada yeşilin arasında çok güzel bir camii!
Vardım önünde bir  hayli cemaat var, oturuyorlar.. Selam verdim; cami önündeki şadırvandan abdest almaya durdum. Vakit geçiyor gibiydi, ezan falan da okunmuyordu! Abdesti bitirdim. Cemaatin yanına vardım; sordum:?İçlerinde imamlık yapan bir kimse yoktu. Her hangi birisinin imam olup olamayacağını yani namazı kıldırıp kıldıramayacağını sordum. Pek taliplisi görünmedi. O vakit: “Peki, ya ezan okuyacak olanınız ?” dedim. Baktım, “mırın kırın” ediyorlar…. O an kararımı verdim. Hem ezanı okuyacak; hem de namazı kıldıracaktım.             
Gerçi daha önceleri birkaç kez ezan okumuştum. Hatta bir defasında, Ağrı-Tutak - Damlakaya (Meter) köyünde öğretmen iken, aynı köyün yukarıda resmi görülen camiinde, o köyün imamının ezan okuyuş makamını beğenmediğimden dolayı bir ezan okumuştum. Ancak ezanın bir bölümünü okumayı unutup öylece inip gelmiştim. Köylüler bana gülüşmüş, İmam’ın okuyuşunu beğenmeyişimin cezasını böylece çekmiştim.  Ezanı ise çıkıp yeniden okumuştum.
Bu kez, tabanları yağlayıp kaçma yolunu tutmamıştım. Çünkü dört-beş yaşlarında değildim! Hem kaçacak yer de yoktu. Ayrıca beni köylüler de seviyordu, ben de onları..

Ağrı,Tutak, Damlakaya (Meter) Köyü Camii:

Ovacık Yayla Camiinde, bir kez daha ezan okumaya hazırlanıyordum ki; hazır bulunan cemaatten “Hah işte ezan okuyacak adam geldi.” diye sesler duyuldu. Ben de ezan okuma işini gelen kişiye bıraktım. Hasılı kendime seçtiğim bu işten paçayı yırtmıştım.     
       
          Ödemiş, Bıçakçı Köyü, Ovacık Yayla Camii:

Ama namazı kıldıracaktım. Karar vermiştim. O gün, o cemaate imamlık etme işini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Dedim ya: kararımı vermiştim. Gerçi bu ilk deneyimim olacaktı. Ama olsundu. Bu gün, yeşilin içindeki, bu yayla camiinde bunu istiyordum:
Ezan okunurken bizler de camiye girdik.. Ben, önlerde uygun bir yere oturdum. Tabii ki, ezanı okuyan kişi de müezzinlik yapacaktı. Neyse Allah kabul etsin önce öğle namazının sünnetlerini kıldık. Müezzine dönüp başımla işaret ettim. O da ikamet okumaya başladı. Ben de karşımda duran imamlık cübbesi ile takkesini giydim. Doğruca vardım mihraba.!
O an çok heyecanlandım ve içim ürperdi…!
Ben aslında topluluk karşısında konuşmaktan ya da bir iş yapmaktan oldum olası çekinmem ama bu kez içim ürperdi. Ürperdi çünkü orası, Peygamber Efendimiz’in makamıydı. Ve bu makama ben ilk kez çıkıyordum. Bu ne büyük bir nasip ne büyük bir onurdu! Neyse hem namazı kılmaya, hem de kıldırmaya niyet ettik! Allah’ın yardımıyla tamamladık. İnşallah Rabbim kabul buyursun!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  * 

Kendi açımdan yukarıda da anlattığım  gibi, dinim hususunda fazla da cahil kalmadım. Hem Allah yardım etti hem de O, benim dinimdi. Yemek yemeyi nasıl bilebiliyorsam, mesleğimi nasıl icra edebiliyorsam, O’nu, yani Dinimi de öylece bilmeliydim.
Bu sebeple ezberim fazla olmasa da, hayatım boyunca Kuran’ı iyi anlamak bakımından çok çabaladım. Bunun için de daha çok meal ve tefsir okumayı, hatta günümüz koşullarında Kuran’ın orijinal metnini kulaktan dinleyip, hem mealini hem de orijinal metnini birlikte okumayı daha çok severim. Böylece de Kuran’ı mealen ve O’nun perspektifini bilirim. Asıl dini kaynak olarak da Kuran’ın bizzat kendisini tanırım. İnşallah O’ndan aldığım feyizle ahlaklanmak gayretindeyim. Allah hepimizin yardımcısı olsun…!
Zaten bende bir şey, kendimi bildim bileli hep güçlü olmuştur. O da Allah’ı hep en yakınımda bulmak, sadece O’na güvenip dayanmaktır! İnşallah Allah bu yolda yardımını esirgemez. Bunu iyi bilirim; O esirgemez! Sakınıp kıskanmaz. Yardımı yapar. Verir. Ben O’nu hep öyle buldum. O Gani’dir yani zengindir. Fazlı da büyüktür!