28 Ocak 2012 Cumartesi

A- Dua:

A- Dua:

            Dua, esas itibariyle Allah’a yöneliş ve yakarıştır. Ancak bu yöneliş daha çok irademizi, isteğimiz yönüne yöneltip, neticeyi oluşturucu eylemlere sarılmak şeklinde olur. Daha kısa bir anlatımla asli dua; fiili olandır.
 Fiili dua da, evvela bir işin gereğini yerine getirmektir. Durum bu olunca çoğu kez yukarıdaki izahlarımız çerçevesinde yasal bir zorunluluk, farklı bir ifadeyle, kaderin, yani tabiatta var olan kanunların bir sonucu olarak netice hasıl olur. Yine bu durumda yapmamız gereken asıl dua, fiili olan duadır. Yani neticeyi oluşturucu eylemleri yapmaktır. Çünkü Allah bu konuyu böyle kaderlendirmiş, yani ölçümlendirip ayarlamıştır. Sınavda olmanın da gereği budur; halife ve kul olmanın da…
             Bir işin neticeyi oluşturucu gereği yapıldıktan sonra ki sözlü dua, neticenin hasıl olması bakımından önemi varsa da bunun asıl önemi, kendisini Allah’ı takdis, tesbih, anma, kulun aczini bilmesi, bu aczini Allah’a arz etmesi ve böylece O’ndan destek, özellikle de manevi destek alması vb. gibi alanlarda önem kazanır. Sonuç olarak da kulu Allah’a yakınlaştırır. Kulu Allah İle barıştırır. Kulun Allah’a olan inancını ve ruhunu güçlendirir. Kulu Allah’tan razı kılar. Netice olarak Allah’ı da kuldan….
             Elbet Allah bu türden yani, sözlü duaya da çok önem verir. Ve de önemlidir. Bu duaya da mutlaka icabet eder. Bu icabet edişi ise üç şekilde olur. Bunlar:
-Kulun ya bir başka konudaki günahını affeder…
-Ya Ahrette karşılığı verilmek üzere bir başka ödül yazar kula…
-Yada dilediği her ne ise onu o kula verir.
Lakin bu veriş yine de sebepler silsilesiyle olur. Ya o kulun neticeyi oluşturucu eylemlerine sonuç bağlayarak verir, yada başka sebepler halk ederek, yani meydana getirerek o kula verir. Ancak işi yine de fiili bir duruma, yani sebep - sonuç bağıntısına bağlayarak verir. Belki de başka kulları vesile kılar...
         Yani koymuş olduğu ana kanun, yani genel kuralların dışına genellikle çıkmaz. Çıkmaz demek çıkamaz demek değildir. İsterse çıkar. Ancak Sünnetullah’ının gereği, yani Allah’ın genel uygulamasının sunucu budur. Yani kuralın dışına genellikle çıkmamaktadır. Konulmuş kuralın, yani işin kaderinin dışına çıkma olgusunu elbette yeni bir yazılım, yani yeni bir kaderlemeyle yapar. Biz ise buna mucize deriz. Bu yol istisnaidir.
            Burada iyi bilinmesi gereken şey şudur: Dua müspet ibadetin özüdür. Duanın esası da gerek sözlü gerekse fiili eylemlerdir. İşe buradan bakınca bir kez daha ortaya çıktı ki kulun her eylemi sonuç oluşturmaya adaydır. Dolayısıyla kulun her eylemi ibadettir. Duaya ileride, madalyonun öbür yüzü olan tövbe yönünden baktığımızda bu eylemsel durumu orada da göreceğiz. Yukarıda izah ettiğimiz şekilde, ibadete verdiğimiz anlam çerçevesindeki tasnifimize göre, ibadeti dört bölümde değerlendiriyoruz. Bunlardan;
            Olumlu  ibadet; bildiğimiz dar anlamdaki ibadetleler;
            Olumsuz ibadet; bildiğimiz yasak ve günah şeylerdir.
            Çekinik ibadet; yasak, kötü, iyi olmayan eylemlerdir.
            Hatasal ibadetler ise; olumlu yada doğru zannıyla yapmış olduğumuz her türden eylemlerdir.
            Aslında bir eylemin yani ibadetin olumlu veya olumsuz olduğunu da o işi yapan kulun niyeti belirlemektedir. Bu cümleden olarak, birer örnek vermek gerekirse; namaz kılmanın olumsuz bir ibadete dönüştürülerek günah hale getirilmesi mümkün olduğu gibi, adam öldürmek de  olumlu bir ibadete dönüştürülerek sevap haline getirilebileceği açıktır.
 Örnek mi? Alın size iki örnek:
              Desinler diye namaz kılar veya onu çıkarına alet edersen o namaz senin suratına olumsuz bir ibadet, yani günah olarak çarpılır! Ayrıca bu dünyada da kutsal değerleri çıkarına alet etmekle suçlanırsın, ama yurt savunmasında düşman askerlerini öldürmen sana en büyük bir ödül yani sevap olarak yazılır. Ayrıca bu dünyada da kahramanlık yönünden  şan ve şöhret kazanırsın!
Biz işin yeniden fiili dua boyutuna dönecek olursak; demek ki üniversiteyi kazanmak için, kişinin kendi gücü çerçevesince gereken çalışmayı evvela yapması gerekecektir. Ekmek parası kazanmak için gerekli eylemleri yapmak gerekecektir. Evimizin önünde güzel bir ağaç olması için onu dikmek gerekecektir. Yani işin icabını yapmak gerekecektir. İşin icabını yapmak ise fiili duadır. Evvela bu icap yapılmazsa hiçbir şey olmaz demektir. İstisnası ise Allah’ın lütfudur, ihsanıdır, nimetlendirmesidir. Örneğin: Senin hiçbir katkın olmadığı halde, bir kısım başka irade ve sebeplere dayalı olarak senin evin önünde güzel bir ağacın yetişmesi de mümkündür. Bu örnek, bir nimetlendirme olarak düşünülebilir.
Sen gerekli eylemleri yaptığında, yani fiili duayı gerektiği kadar yaptığın zaman genellikle netice oluşmakla birlikte, bazen istisnai olarak netice oluşmaz. İşte o zaman başka bir kısım irade ve sebepler bizim irade ve sebeplerimizin neticelerini ezmiş, etkisizleştirmiş,  yok yada iptal etmiş olur.  Veya bir başka olumsuz eylemimiz, o olumlu eylemimizin neticesini iptal etmiş de olabilir… Hatalı bir eylem de yapmış yahut yapılmış olabilir. Öyle ya, hatasız kul olmaz. Yanılmayınca yenilmek olmaz.!
İşin asıl önemlisi, nihai onay gelmelidir. Netice husule gelmemişse nihai onayın gelmemişliği mutlaktır. Nihai onay mercii ise elbet C.Allah’tır.
          Bu durumun tersi de doğrudur. Yani sen fena eylemler yaptığın, bu fena eylemlerinin fena neticeleri olması zorunluluğu yazgı, kader gereği olduğu halde, bazen fena ve şer neticeler oluşmaz. Çünkü, ya olumlu bir kısım eylemleriniz, olumsuz eylemlerinizin sonucunu iptal etmiştir; yada yine C. Allah tarafından nimetlenmiş, korunmuşuzdur. Bu korunma, başkaca iradelerin eylemleri, senin fena iradenin, fena eylemlerinin sonuçlarını bozmuş, yada iptal etmiş olması sonucunda ortaya çıkmış demektir. Elbet yine, C. Allah’ın takdiri ve nihai onayının bu yönde tecelli ettiğini bilmemiz gerekir. Korunma çoğu kez, bu şekilde tezahür eder.
Sanılanın aksine bu tür, yani insanı korumak şeklindeki nimetlendirmeler, evinin önünde dahlin, yani katılımın olmadan biten ve yetişen ağaç misalindeki nimetlendirmelerden daha fazladır. Üstelik daha sıklıkla görülür. Çünkü Allah’ın merhameti, affı ve koruması daha fazladır. Fakat biz her nedense bunu fazla görmek istemeyiz, yada buna fazla dikkat etmeyiz… Sakın ola ki bu son cümlemden, ilk türden olan nimetlendirmeler hakkında, “onlar daha azdır.” falan dediğim sanılmasın. Tam aksine onlar dahi sayısız derecede çoktur. Nitekim everendeki her şey ve evrenin kuruluşu bu türdendir.

            ********************

           Nihayet önemi bakımından şunu yine tekrarlamalıyız ki bütün bu oluşlar, Allah’ü Teala’nın bilgi, irade ve onayı ile olmuş olur! Nihayet Cenab-ı Allah oraya o oluş yönünde irade koymuş demek olur….
            Bizlere ise, C. Allah’ın irade koyduğu yöne boyun bükmekten başkası yaraşmaz.
Zaten başka türlü davranış olumlu bir netice de vermez. Çünkü bu durum Allah’a isyan olmuş olur! Allah’a  isyan ise isyan edene zarar vermek dışında bir başka neticesi olmayan boş bir eylemdir.
Derler ki; “Tabiat yargılanamaz.” İşte asıl yargılanamayan Allah’tır. Yukarıda andığım gibi artık biz, buradaki olumsuz duruma, gönül hoşluğuyla boyun eğmek durumunda olmalıyız, olmak zorundayız. Eğer gönül hoşluğuyla razı olmazsak, zaten çaremiz yoktur. Sadece boş ve neticesi şer olan bir isyanla zarara uğrarız. Bu iyi bilinmelidir.
Aslında Cenabı Allah’ın lütfu da kahrı da hoştur. Hatta bizim fena sandığımız pek çok işin neticesi olumlu ve hayırlı çıkmaktadır. Ayrıca yukarıda değindiğimiz gibi Allah’ın lütfu daha geniştir. Aynı cümleden olarak bu durumlar iyi bilinmelidir.
Aynı konunun tersi de doğrudur. İçinde bulunduğumuz hoş bir durum karşısında fazla sevinmeyelim. O işi kendimizden, yani kendi becerimizden sanıp kabarmayalım. Bilelim ki nice korunmuşluklarımız vardır. Hepsini nihayet takdir edip veren Allah’tır. Dilemezse vermez; verdiğini de dilerse alır. Boş bir kuruntuya kapılıp da, Karun gibi olmayalım. İşi kendi başarımız sanıp da kendimizle böbürlenmeyelim; mütevazı olalım!
              Bu noktada Bakara Suresi 216 ayeti hatırlayalım:
  “…..Sizin için daha hayırlı olduğu halde o şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde o şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir; siz bilmezsiniz.” İşte ayet budur.
Evet bu ayeti hatırlamalıyız. Çünkü biz aslında, kendimiz için neyin hayırlı olup olamayacağını çoğu zaman bilememekteyiz. Hayır sandığımız bir çok husus şer bir sonuç vermekte, şer sandığımız bir çok husus da hayırlı bir sonuç vermektedir. Bu duruma sıkça tanık olmaktayız.
Ola ki Rabb’imiz hayrı bizim şer sandığımız bir yerden takdir etmiştir. Önemli olan neticedir. Hatta asıl önemlisi nihai neticedir. C.Allah bize böyle takdir etmiştir deyip başımızın üstüne koymalı, O’ndan geleni hayr bilmeliyiz. Hem C.Allah’ın Kendisinden hem de O’ndan gelenden razı olmalıyız. Değil mi ki iş bizim irademizi aşmıştır…!?
Önemli olan bu dünya sınavından başarıyla çıkabilmektir. Bizi nihai ve gerçek başarıya, yani cennete götüren şey her ne olursa olsun, Velev ki burada bizlere acı vermiş bile olsa güzeldir, iyidir, hayırdır. Çünkü o acılı iş bizim ebedi kurtuluşumuza ve nihai başarımıza katkı yapmış demek olacaktır. Yeter ki Allah’a kalbimizi, sıkı sıkıya bağlayalım. Niyetlerimizi Allah rızasına özgüleyelim.!
             Zaten elan içinde yaşadığımız bu yurt, yani dünya sefa yurdu olmayıp, çoğunlukla cefa yurdudur. Burada sefa bekleyen yanılır. Her şeyi dünya hayatına hasreden ve bu dünya hayatını sefa sürmek sanan, her şeyi dünyada bekleyen yanılır. Bu alemin, bu dünya hayatının sefası az, cefası ise çoktur. Bu durumu iyi belleyelim ve hiç akıldan çıkarmayalım!
             Bu alemdeki hayat, aslında başlı başına büyük bir zorluktur. Onun için ben şahsen asla çocukluğuma dönmek istemem. Oradan bu yana dek yaşadığım zorlukları yeniden yaşamak istemem. Ben bu anı seviyorum. Yarına da her zaman umutla bakıyorum. Can tenden çıkmadıkça Allah’tan hep ümitvarım. Ne olursa olsun onun affedeceğini ve yegane sığınağımızın O olduğunu biliyorum. “Allah var, öyleyse hiçbir kedere yer yok…!” diyorum. Allah’ın varlığını ve birliğini biliyorum. Buna inanıyorum. Allah’a çok çok güveniyor ve dayanıyorum. Ben gerçek kurtuluşu, sadece O’ndan bekliyor, arzu ediyor ve umuyorum. Bu dünya gurbetindeki en büyük tesellim, Allah’a olan inancım, daha doğrusu Allah’ın var olması hadisedir.
 Dediğim gibi asla düne dönmek istemem. Çünkü dünyanın kuralı şudur: Az yaşa çok yaşa, ölüm elbet bir gün gelir başa.! Er geç her nefis ölümü tadıcıdır. Ve her canlı ölüme ehildir. Ve en uzun hayat bile, geldiğin en son noktadaki bir an gibidir. Onun için bana lazım olan dün değil, şu an ve yarındır. İşin ahiri, sonu ve sonucudur.
              Aslında ebed bile dünden yakındır insana!
  Çünkü ileriye dönük bir şey sonsuz bile olsa oraya doğru gidilir. Dün ise hiçbir zaman gelmez. Çünkü dönüp düne doğru gidilmez. Kural ve kader budur değişmez. Durum böyle olunca işin ahiri, yani sonu düşünülmeli, eylemlerimiz ona göre sergilenmeye çalışılmalıdır.
             Tüm bu anlatımlarımızdan sonra artık, işbu dua konusuyla; kader, irade ve ibadet konuları arasındaki bağıntıyı kurmak sanırım kolaylaşmış  ve anlaşılmış olmalıdır. Duanın ibadet ile olan bağıntısını ise, hem anlattığımız genel anlamı ile, hem de dar ve müspet anlamı ile farklı farklı düşünerek, ona göre kurmak sanırım daha da uygun olacaktır. Ancak bu noktadan sonra biz, işi bir de tövbe boyutundan irdeleme gayretine girişelim:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder