28 Ocak 2012 Cumartesi

KUL, YANİ İNSAN, ALLAH’IN

KUL, YANİ İNSAN, ALLAH’IN
YERYÜZÜNDEKİ VEKİLİDİR.

            Bu konuyu iyi anlayabilmek kitabımızda işlemiş olduğumuz kader konusunun iyi anlaşılmasına bağlıdır. Lakin bu konunun açıklanması aynı zamanda kader konusunun daha iyi anlaşılmasını da sağlayacaktır. Dolayısıyla bu konuları birbirleriyle iç içelik göstermektedir. Bu konular da üzerinde doğru dürüst anlaşamadığımız, anlayamadığımız ve anlatamadığımız konulardandır.
Durum bu olunca; oluşturduğumuz kavram kargaşalarımızın meydana getirdiği örtü, bu örtünün altında oluşan toplumsal çürümeyi daha iyi anlayabilmek ve olaylara daha doğru bir yaklaşım sergileyebilmek adına şu “halifelik” konusunu da irdelememiz gerekecektir.
           Bu konunun irdelenmesi aynı zamanda, ileriki konularımızın daha anlaşılır olmasına yardımcı da olacaktır.
Bu durumda öncelikle Kuran perspektifinden; “insanoğlunun yani kulun, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması” konusunu ele alıp doğru dürüst bir açıklama ortaya koymakta fayda olduğunu değerlendiriyorum. Çünkü sanırım; ileride yapmaya çalışacağımız bir çok açıklama, anlatma ve anlama belki de bu noktanın iyi anlatılmış ve anlaşılmış olması üzerine bina olacaktır. Anılan nedenle konu “halife” kelimesinin ana anlamı üzerinde biraz durmak gerekirse;
           Halife: Bir şeyin yerine kaim olan, o şeyi temsil eden, asile vekil olan, vekil. Vekil edeni adına iş yapan, değer üreten. Asilin art geleni. Asile bağlı olarak, asilin maksat ve muratlarını gerçekleştirmek bakımından görevli olan. Kuran açısından, insanoğlunun yeryüzünde Allah’ın halifesi olması hali ise; Allah’ın yeryüzündeki maksat ve muratlarını gerçekleştirmede bizzat kendi irade alanıyla sınırlı olarak sorumlu, fakat  bu sorumluluğu yerine getirmek hususunda zorunlu bulunan insan. Asla bu vekaletten kaçış imkanı olmayan insan…
Elinin erdiği, gücünün yettiği her şey bakımından vekalet görevini yürütmekte hem zorunlu hem özgür olan insan. Fakat Asil, yani Allah tarafından sürekli kontrol altında tutulan bir vekil konumundaki insan… Ve vs. yaklaşık anlamları içeren bir vekalet yani halifelik, hilafet…
           Dini bir mevki ve makammış gibi anlaşılan ama aslında padişah, şah, kral, devlet başkanı, cumhurbaşkanı vb. bir siyaset makamı olan halifelik yada hilafet makamının bu konuyla pek bir alakası yoktur. Bir tek benzer yanı  vardır; o da işbu siyasi makamların milletten farklı biçimlerle de olsa aldıkları, yönetim yetkisi yönündeki vekalettir. Şöyle ki:
          Saydığımız makamların herhangi birinde iştigal eden insanlar, milletin vekili, yani milleti yönetmek bakımından bir nevi halifesidir. Yoksa konu makamların hiç biri dinsel bir makam, ünvan ve mertebe değildir. Konuya bu noktadan bakınca günümüzde, “Hilafet isteriz.” diyenler de “Hilafet özentisi içinde bulunanlar var.” diyenler de hem teknik, hem de kelime ve kavramların gerçek anlamları bakımından yanılmaktadırlar.
           Kısaca söylemek gerekirse bu yanlış anlam; insanoğlunun yeryüzünde Allah’a zorunlu halife oluşuyla alakalı olmayıp bir siyaset makamıdır. Din dışı bir konudur. İşin özü itibariyle din dışıdır. O makama ne ad verirseniz verin, din dışıdır. Bu kelime, kavram yada makamı, dinsel bir makam sanmanız veya göstermeniz büyük bir hatadır. Devlet başkanının adını ne koyarsanız koyun o sadece millet adına ve milletin vekilinden ibarettir. Arkasında milli irade bulunmayan hiçbir şah, padişah veya hükümet hiçbir icraat yapamaz. İktidar olamaz. Hasbelkader olsa dahi sürdüremez. Bunu iyi biliniz. O makamı işgal eden kişi ne olursa olsun, yine de bir vekildir. Bu mana ile sadece  bir halifedir.
          Bu siyasal anlamdaki halifelik, akli, mantıki, bilimsel vs, hiçbir cepheden asla ve asla dinsel bir makam olmayıp siyasal bir makamdır. Zaten dinimizde bu tür mevkii ve makamlar yoktur. Din adamlığı ve dini temsil eden kimselerde yoktur. Din tamamen Allah’ındır. Her şeyi olduğu gibi, dinini de  Allah kendisi korur. Dileyen kul Kuran’ın gösterdiği yoldan dinsel hayatını yürütür.       
           Bu yanılgıyı yapanlar, yine bu yanlış anlam üzerinde “kör dövüşü” yaparak kavram kargaşası üretenlerdir. Ürettiklerinin hepsi; bilimsel, teknik, dilsel, dinsel, siyasal birçok cepheden yanlıştır. Bu yanlışlık da gerçeklerin anlaşılmasına çekilen kalın bir örtüdür.
           Yukarıda verdiğimiz tanım ve yaptığımız açıklamalardan sonra, üzerinde duracağımız “insanoğlunun yeryüzünde Allah’ın halifesi olması” konusu farklı ve yalın bir kavram olarak ortaya çıkmış oldu. Ayrıca sanırım, şu hilafet konusunun nasıl çarpıtılmış olduğuna da birazcık ışık tutulmuş oldu.
          Demek ki bizim anlatacak olduğumuz, İnsanın Allah’ın Yeryüzündeki halifesi olması kavramı siyasal anlamdaki halifelik kavramından çok farklı bir kavramdır. Konunun açıklığa kavuşması için, bu noktada evvela:
          2. Sûre (Bakara Suresi) 30. ayeti meal olarak verelim ve kısa bir irdelemesini yapalım:
          “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi  herhalde ben bilirim, dedi.”
          Kulun yeryüzünde (Dikkat ediniz: dünya üzerinde değil) Allah’a halife olarak yaratılmış olması konusu, bu ayet ile yalın ve açık bir biçimde ortaya konmuş durumdadır.
Burada bazı hususlara dikkat çekmek isterim ki onlar;
           -Meleklerin, emrolundukları şeylerin dışına çıkma iradeleri bulunmayan yaratıklar olduğunu bilmeliyiz. Bunlarında çok çeşitli biçim tür ve görünümleri bulunduğunu, hatta; tabiat yasaları dediğimiz yazılımların melek kavramı içinde değerlendirilmesi gerektiğini, aynı şekilde Kuran’da geçen, ölçü, ayar, hesap, kitap, yazılım, program, yasa, vs., demek anlamlarındaki “kader” kelimesinin dahi bu melek kavramı içinde olduğunu anlamalıyız. Yani, melek kavramı içine giren yaratıkların günah işleme yetisi bakımından özgür iradeleri yoktur. Fakat ben onların, sevap işlemek bakımından özgür iradeleri olup olmadığını bilemiyorum. “Melekler, Allah’ın iradesine sıkı sıkıya bağlı yaratıklardır.” dersek, belki daha doğru söylemiş olabiliriz. Fakat dediğim gibi, bu konuya aklım fazla ermiyor. İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Ancak yine de aşağıdakileri hususları söyleyebiliriz:
             1- Meleklerin günah işleme yetileri yoktur.
             2- Meleklerin emrolunduklarının dışına çıkma yetileri yoktur.
             3-Melekler Allah’ı sürekli olarak tesbih ve takdis ediyor olmaları da kendilerine C.Allah tarafından emrolundukları şekil üzeredir.
            4-Dolayısıyla meleklerin sorumluluk yetileri de yoktur.
            5- Dolayısıyla sevap kazanıp ödül alma yetileri de yok gibi görünüyorsa da bu konuyu kavrayamadığımı belirtmiştim.
            6- Bunlara bağlı olarak meleklerin Cennet ve Cehennemde bulunuyor olmaları hali; onların ödül yada cezaları nedeniyle olmayıp, ödül ve cezaya muhatap olan insanın, işbu muhataplığının netice ve gereğinin yerine getirilmesi anlamında ve Allah’ın iradesine sıkı sıkıya bağlı bir bulunuştan başka bir şey olmasa gerektir. Çünkü: C. Allah, hem Cenneti hem de Cehennemi meleklere değil Ademoğlu’na vaat etmiştir. Allah ise elbette, hem vaadini yerine getirici, başka bir yönüyle yerine getirmeye muktedir, hem de  vaadinde durucudur. Ele aldığımız Bakara Suresi 30. ayetteki anlatımın şöyle bir yönü daha var ki;
            C.Allah oradaki meleklere dönük bildirimi,bir meşveret (görüş alış verişi), yahut dertleşme değildir. Orada Meleklere (yasalara) dönük bir emir, yahut yönlendirme vardır. Bunlar insan emrine girdirilmektedirler.! Hakeza  örneğin Yasin Suresi içinde geçen bir çok hayvanın insanlara boyun eğdirilmiş olması da aynı cümledendir.Durum C.Allah’ın ilahi takdirinden başka bir şey değildir.
            İşe bu noktadan baktığımızda, Şeytan denilen ve ileride daha detaylı anlatacağımız virüssel yasanın dahi insan emrine verilmiş olduğu açıktır. Şu anlamda ki, O da insanın dünyasal sınavının bir cüz’ü (parçası) olmakla hem görev icra eder, hem de ondan kaçınmak biçiminde tezahür edecek bir insan eylemi neticesinde insana kazanç imkanı verir. Ne var ki burada bilinmesi gereken şey; şeytan denilen yasanın virüssel bir program olduğu ile hayat sınavının çeldirici sorusu idiği, hatırda tutulmalıdır.
            Nitekim sair yasaların, yani kaderlemelerin dahi bir bakıma insanın dünyasal sınav ortamının birer parçası olduğu unutulmamalıdır.
           Yukarıdaki anlatımların da ışığında olmakla aşağıda izah edeceğimiz üzere ibadet; İşte bu tesbih ve takdis etmek yani müspet manasıyla ele alınmamalıdır. Bir başka deyişle ibadet etmek kavramı; namaz kılıp oruç tutmak ve vs. anlamlarında anlaşılmamalıdır. Bu anlam insanın halifeliğinin izahı cephesinden hatalıdır. Daha doğrusu ibadete verilen klasik anlam, insanın yeryüzünde Allah’a vekil olması konusuyla çelişir. Üstelik galat bir anlamdır. Hem de çok dar bir anlamdır. En azından durumun bu olduğu bilinmeli ve bu noktadaki kavram karmaşaları ortadan kaldırılmalıdır. Bence bu tür ibadetlere, müspet anlamdaki ibadetler demek daha doğru olacaktır. Dolayısıyla biz bu aşamadan sonra bu tabiri kullanmaya çalışacağız.
           Durum böyle olunca C. Allah’ın Zariyat suresi 56. ayetinde, “Ben insanlarla cinleri sırf bana ibadet etsinler diye yarattım.” Mealinde bulunan ayeti kerimedeki işaretin, “İnsanlar ve cinler yatıp kalkıp bana namaz kılsın, takdis etsin, zikir etsin, beni tesbih etsin ve vs.” demek olmadığını bilelim. C. Allah, Kuran’ın muhtelif ayetlerinde tam tersine, kendisinin bunlara ihtiyacı olmadığını, aksine bu gibi müspet anlamdaki ibadetsel faaliyetlere biz insanların ihtiyacı olduğunu açıkça belirtmektedir.
          Allah insanı kendisine halifelik görevi ile zorunlu tutmuş durumdadır. Allah bizleri yaratmış olduğuna göre; artık kaçışı mümkün olmayan bu kulluk yani halifelik yolundayız. Bu yoldan hiç kimse için, hiçbir şekilde kaçış ve dönüş imkanı asla yoktur. Dolayısıyla genel anlamdaki ibadet zorunludur; illa yapılır. Çünkü kul ne yaparsa yapsın o yaptığı şey o kulun ibadetidir.
Çünkü ibadetin menfi, müspet,hatasal yada çekinik olması bu cepheden önem arz etmez, kul eylemi yani ibadetidir. Sonuç oluşturur. Sonuç oluşturduğu için de Allah’ın maksat ve muradına hizmet eder. Böylece de genel anlamıyla ibadet, yani kulluk olur. İbadetin çekinik, menfi yada müspetliği, kul açısından önem arz eder.
           Ki, yukarı bakara suresi 30. ayetten anladığımız kadarıyla Melekler bu tesbih ve takdis işini zaten sürekli olarak yapmaktadırlar. İşte meleklerin sürekli yapmış oldukları bu ibadet, bizim müspet ibadetler dediğimiz ibadet türlerindendir. Dileseydi Allah, insanları da bu oluş üzere yaratırdı. O zaman İnsanlar da aynı oluş üzere ve aynı melekler misali sürekli pozitif manada ibadet edici olmak zorunda kalırdı. Ama reel durum bunun aksinedir.
            Ha, bir konu daha var ki melek başka insan başkadır. Melek manadır. Ölçüdür, ayardır. Kaderdir, yazılımdır. Ayrıca insan melekten üstündür. Eşrefi mahluktur. Yani Allah’ın yarattığı en yüce ve üst yaratıktır. Allah’ın vekilidir. Allah’tan sonra insan gelir. Çünkü insan aynı zamandan Allah’ın ruhundan bir parça olup, Enel haktır. Nihayet gelip geçici demek manasındaki dünya gurbetinden aslına,yani Allah’a dönücüdür. Nitekim bu görüşlerimizin bir kanıtı da meleklerin İnsana secde etmiş olmaları hadisesidir. Bu secdeleri ise aynen devam etmektedir. Tek secde etmeyen iblis, yada şeytan ise zaten aşağıda izah edeceğimiz üzere dünya sınav salonunun virüssel programı, kaderi, soruların çeldirici cevabıdır.
            C. Allah melekleri yukarıda anlattığımız oluş üzere yaratmıştır. Melekler de müspet anlamdaki ibadetlerini sürekli yapmak zorunda kalmışlardır. Daha sonra ise yeryüzündeki reel durum çerçevesinde bir insan yaratmayı murat etmiştir. Bu durumu da meleklere bildirmiş, halbuki melekler; “İnsanın kan dökücü yani günah işleyici fesat çıkarıcı olacaklarını” belirtmesi üzerine C.Allah onlara; “Sizin bilmediğinizi ben bilirim.” demiştir.
Demek ki Allah’ın İnsanları yaratmaktaki maksat ve muradı, meleklerin yapıyor olduklarını insanlara tekrarlatmak değildir. Farklı bir anlatımla, İnsanları yani kullarını günah işlemez şekilde de bir murat ve  maksatla yaratmış değildir. Tam tersine onu günah işleyici, kan dökücü, fesat çıkarıcı ve vs. benzeri sürçme ve aksaklıkları yapıcı, ama pişman olup tövbe edici bir biçimde yarattığını açıkça belirtmiş oluyor. Yani maksadı ve muradı budur. Bu husus insanın yeryüzündeki halifeliği ve bağlı olarak da, genel ve asıl anlamdaki  ibadeti konusuyla çok yakından alakalıdır.
         Demek ki işbu ibadet konusu; ileride detaylı bir biçimde ele alacağımız üzere, bizim söylediğimiz dar yani sadece müspet anlamlı ibadet olmayıp, insanın halifelik görevini yapmasına dönük, zorlayıcı bir yazgı, yazılım ve program  anlamında olan bir kavramdır.
          Daha farklı bir anlatımla bizim halifelik görevimizin zorunlu icrası için yaptığımız her halin bu sonucu doğurmaya zorunlu olmuş olması demektir. Nitekim durum tam da öyledir. Biz illa sürekli müspet, menfi veya çekinik bir durumda olmak durumundayız. Bu durumda olmaya zorunluyuz. İşte bizim ibadetimiz de halifeliğimiz de budur.
         Yoksa yeryüzündeki Allah’ın halifesi olmamızın gereği; bazılarının zannettiği gibi, Müslüman olduğumuza göre, dünyayı işgal edip her tarafı yönetimimiz altına falan almak demek değildir. Bize Kuran tarafından öyle bir misyon, amaç yada görev falan yüklenmiş değildir. Dileseydi Allah herkesi zaten Müslüman da yaratırdı. Sürekli müspet manadaki ibadeti yapıcı da…. Ancak dilediği yani maksat ve muradı o değildir. Halen mevcut bulunan reel durumdur.
         Nitekim Cenabı Allah, ileride izah edileceği ve kulunun tövbesi ile kulunu affetmeyi seviyor olması nedeniyle bir hadisi kutside kullarına hitaben; “Sizler günah işlemeyen bir toplum olsaydınız sizleri tamamen helak / yok eder, yerinize günah işleyen ama günahından pişman olup tövbe eden, yaptığı günahı, yani hatayı tekrarlamamaya çalışan bir başka toplum getirirdim.”
Demek suretiyle günah işliyor oluşumuzun da bizim halifelik görevimizin şümulü, dolayısıyla genel anlamdaki ibadet kavramı içinde olduğuna işaret etmiş oluyor…!

                         ********************

         Konunun daha da açıklığa kavuşması ve ileride ele alacağımız konulara zemin teşkil etmesi bakımından şimdi de, En’am Suresinin 165. ayetini ele alalım: Ayet mealen yaklaşık;“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği(nimetler) hususunda, sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabb’in, cezası çabuk olandır, ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet edendir.” şeklindedir.
          Buradan da anladığımıza göre insan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Onun her eylemi bu hilafet görevini ifaya, yani yapmaya dönüktür. Yaptığı her eyleme de asıl ve genel anlamıyla “ibadettir” denilir.
         Ayet içinde geçen, “bize verdiği”  yani yukarıdaki mealde parantez içinde “nimet” diye ele aldığımız  husus ise, öncelikle insanın yapma gücüdür. İradesi, irade etme gücüdür.
           Burada işaret edilen ve insanlara bizzat Cenabı Allah tarafından verilen, bahşedilen, bizzat insanın kendisine  tevdi edilmiş olan  irade, kişilik ve yeteneklerine bağlı olarak tecelli eden, insanlarının kiminin kimine üstün kılınması konusu tamamen dünya hayatımızın sınav sorularından ibaret olması hadisesidir. Bu hadise; insanın halifeliği, ibadeti, irade, kader ve yöneticilere itaati ile din ve devlet işlerinin farklılığına işaret eder. Bu durum karşısında insanoğlu, cennet ve cehennem yolundan birine yürümeye mecbur kalır. Bu durum ise mutlak bir alın yazgısını teşkil eder. Yani iki yoldan birisine yürümek yönünde insanı zorunlu kılar.
İnsan “Hayır; ben oynaşmıyorum.” diyemez . Teşbihte hata olmaz. Derler ya hani, “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin!” diye, lakin insan bu hususta çaresizdir. İllaki bu deveyi gütmek zorundadır. Çünkü gideceği bir yer ve diyar yoktur. Her yer Allah’ın mülküdür. Yani Allah’ın emir, tasarruf ve yönetimi altındadır!
           Dikkat edilmesi gereken bir konu daha var ki o da;
           İnsandaki konu özgür irade ve yapma gücünün varlığıdır. (Ki halife olması insanda yapma gücünü zorunlu kılar. Aksi halde halife olmamış da olur.) Bunun sonucu olarak da mükafat ve cezayı hak edici olur. Bu dahi onun zorunlu kaderidir. Yazgısıdır.
          Yoksa neyi seçip seçmeyeceği asla onun zorunlu bir yazgısı değildir. Ancak seçim yapması zorunludur. Bu konu bizzat kendisine cenabı Allah tarafından verilmiş, tevdi edilmiş bir nimettir. Kullanmak ve sonuçlarına katlanmak kendisine aittir. Burada ve bu anlamda, “Kendi ellerimizle (ama zorunlu olarak) oluşturduğumuz kader…” dememizin doğruluğuna işaret etmek isterim. Yani kaderimizi, olumlu yada olumsuz bir şekilde de olsa, illaki oluşturmaya mecburuz. Yani kendimiz için bir kader oluşturmak bizim açımızdan zorunludur. Bu noktada irademiz çalışmaz.
          Ama kendi kaderimizi illa olumlu yada illa olumsuz oluşturmaya ise mecbur değiliz. Bu hususta irademiz özgür olarak çalışır.
         Fakat bu noktada irademizi sınırlayan başka iradeleri, nihayet Allah’a ait olan külli, yani bütünsel iradeyi yok sayıp, onları saf dışı görmemelidir.
          Nihayet dikkat ediniz ki az önce ele aldığımız En’am Suresiz 165. ayetin sonunda; “….ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet edendir.” denilmek suretiyle insanın, insanların sürçmeleri karşısında büyük bir umut kapısı açılmaktadır…! Bu kapı aynı zamanda Allah’ın merhamet ve bağışlayıcılığının tecellisi için açılmıştır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Allah cezalandırmayı değil, merhamet ve bağışlayıcılığı sevmektedir. İnsanı mevcut şekliyle yani günah işleyici yaratmasındaki gayelerinden birisi mutlaka bu husustur. Yani merhamet ve af sıfatlarının daha fazla tecellisi içindir.
         Bu konuda son bir şey daha söylemek isterim ki;
         Allah, merhametini tecelli ettirmek üzere affı murat ettiğini açıkladığına göre, usulüne uygun biçimde af dilendiği zaman, insan için affedilmek zorunlu olmuş olur. Elbet bu zorunluluk Allah açısından değildir. Lakin O’nun vaadi ile Sünnetullah’ının gereğidir. Özgür irade, eylem oluşturma ve vs. nimetiyle seçiş ve gerekli eylemleri yapmak kuldandır. Çünkü İnsan bu nimetlerle, bizzat Allah tarafından nimetlendirilmiş olması boşuna değildir. Yani insan, “Ben affedilmem.” diye asla diyemez, düşünemez ve Allah’tan umut kesemez. Tam tersine, bunu mutlaka bekler. Çünkü insan nasıl umuyor ve bekliyorsa Rabb’ini öylece bulacaktır.!

                   ******************

Yukarıdaki ayet çerçevesinde konumuzla ilgili olarak şunları da söylememiz mümkündür: C. Allah ayette bahsi geçen nimetleri bizleri sınamak için vermiştir. Bu da halife oluşumuzun gereğidir ki aksi halde halife olamayacağımız, halifelik görevini yerine getiremeyeceğimiz, böylece de bu yönde bir zorunluluk olamayacağı gibi sınavımız yani sınanmamız da gereksiz olur.
Şu halde halife olmak bizim için zorunludur ama bu halifelik görevi ifa edilirken sınavı kaybedip kazanmak zorunlu değildir.
           Bir başka ifadeyle kişi; halifelik görevini yapmaya zorunludur. Ancak bu görevi ne şekilde yapacağı konusunda hürdür.
           Sadece ve sadece halife konumundaki kulun, kendi seçişlerine göre sonuç oluşması zorunludur.
          Yalnız bu zorunlu halin, yani neticeyi zorunlu kılan halin istisnaları vardır. Bunlardan aşağıdaki  dört istisnai hal önemlidir:
Bunlardan birincisi; Bazen Cenabı Allah kula yardım eder. Kulun olumsuz, menfi manadaki ibadetini yani eylemini kişinin kendisinden daha üst iradeler eliyle engeller. Yahut müspet eyleme kanalize eder. Bunun tersi de olur: Kul azar, Allah da onun azgınlığını artırır.
             İkinci husus ise; C.Allah’ın affıdır. Bu af konusunu kulun menfi eyleminin sonucu olan zorunlu cezayı ortadan kaldırır, iptal eder. Kimse O’na niçin affettiğini soramaz. Çünkü o mutlak hakim ve yargıçtır. Dilediğini yapar. Fakat zulmetmez. “Tabiat yargılanamaz.” denilen şey de budur.
            Sözün burasında affın, hem dünyasal, hem de ahiretsel iptaller ile bu iptallere uygun yeni neticeler doğurduğunu kabul etmemiz gerekecektir.
            Üçüncü husus da; Kulun menfi bir ibadetinin sonucunu müspet bir ibadet ile silmesi yok etmesi bir tür iptal oluşturması halidir. Kula bu kapıyı da aralayan yine C. Allah’tır.
            Dördüncü husus; Kul müspet ibadetlerini sürdürürken öyle bir menfi yada hatasal ibadet yapar ki, müspet ibadetlerinin tümünü yaktırabilir. Bu hususa önemle dikkat edilmesi gerekir.
            Sonuç olarak kişi, kendi elinin erdiği, gücünün yettiği ve kendisine bahşedilen nimetler çerçevesince hürdür. Eylemlerinin sonucundan da sorumludur. Her eylemi ise C. Allah’ın kontrolü altında sonuç oluşturmaya zorunludur. Yani Cenabı Allah dilemeden hiçbir sonuç oluşamaz….!
            Ne var ki C. Allah’ın genel uygulaması; kulun irade ve eylemine uygun olan sonucu bağlamak şeklindedir. Bu durumda kul ortaya irade koymalı; sabır, ceht ve azim göstermelidir. Cehtin, cihat, fetih ve mücadele ile olan bağlantısı da iyi bilinmelidir. Bu noktada Ceht, cihat,  mücadele, mücahit, fetih ve fatih kavramlarını izah etmemiz gerekecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder